Yani, onu dinledikleri ve kabul ettikleri: bu, isteme‘a fiil kalıbının yukarıdaki bağlamda kullanılışının karşılığıdır. Cinn çoğul ismine yüklenebilecek çeşitli anlamlar için (ki burada “tanınmayan/bilinmeyen varlıklar” olarak çevirdim) bkz. Ek III. Orada işaret edildiği gibi, cinn Kur’an'da birçok anlamda kullanılmıştır. Birkaç yerde -mesela bu örnekte ve 46:29-32'de- “o âna kadar görülmemiş olan varlıklar”ı, yani halkın ve Kur’an'ın nazil olduğu kimsenin daha önce hiç rastlamadığı yabancıları göstermektedir. 46:30'da (ki bu örnekteki olay ile bağlantılıdır) geçen cinn, Hz. Musa itikadının mensuplarıydı, çünkü onlar Kur’an'ı “Musa[nınkin]den sonra nazil olmuş bir vahiy” olarak anarlar, böylece ikisinin arasında yer alan Peygamber İsa'dan söz etmeyi ihmal ederlerdi ve aynı şekilde (bu surenin 3. ayetinde) Hristiyanlıktaki Teslis kavramını reddettiklerini gösterirlerdi. Bütün bunlar, bizi, o varlıkların, şimdi Arap toprakları olan uzak bölgelerdeki, muhtemelen Suriye ve hatta Mezopotamya'daki Yahudiler oldukları sonucuna götürür. (Taberî, birçok yerde, bu surede ve 46:29 ve devamında işaret edilen cinn'in Fırat'ın yukarı taraflarındaki bir kasaba olan Nusaybin'den olduklarını söyler.) Ancak, benim bu olay ile ilgili açıklamamın henüz kesinleşmemiş bir görüşten ibaret olduğunu vurgulamak isterim. M.Esed
İnsan ve “cinn”in yaratılışı:
Rahman; 14–15: O, insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan (değişken maddeden) yarattı.Ve cannı ateşin dumansızından (enerjiden) yarattı
Hicr; 26, 27: Ve hiç kuşkusuz biz, insanı (görünen, bilinen varlıkları) çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan (hâlden hâle giren maddeden) yarattık. Ve cannı daha önce, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden (engel tanımayan enerjiden) yaratmıştık
Ayetler, insanın, “pişmiş çamurdan, kuru balçıktan, çınlayan kilden, işlenebilir çamurdan” yaratıldığını söylemektedir. Bu ifadeler, “madde”nin hâlden hâle girmesini çağrıştırmakta olup, insanın genel anlamda maddeden yaratıldığını anlatmaktadır. “Cann”ın, “ateşin dumansızından, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden” yaratıldığını söyleyen bu ifadeler ise, daha ilk bakışta akla “enerji”yi getirmektedir
Öyleyse “cann ateşten yaratılmıştır” demek; “elektrik, manyetik dalgalar, ışın gibi gözükmez güçler, enerjiden yaratılmıştır” demektir. “İnsan topraktan yaratılmıştır” demek de; “beş duyuyla hissedilebilen, bilinen, görünen, tanıdık, ilişki kurulabilen, kaybolmayan, sürekli ortada duran cisimli varlıklar, maddeden yaratılmıştır” demektir.
Kur’an’da “cinn”:
“Cinn” sözcüğü Kur’an’da; melekler için, İblis için ve kendileri görülse de kimlikleri açıkça belli olmayan kişiler için kullanılmıştır:
1 – “Cinn” sözcüğünün Kur’an’da melekler için kullanılışı:
Saffat; 158:Onlar, Allah ile cinnler arasında bir soy bağı (nesep) kurdular. Oysa ant olsun, cinnler de onların gerçekten hazır bulundurulacaklarını bilmişlerdir.
En’âm; 100:Ve cinnleri Allah’a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır. Bir de bilgisizce O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. O ise nitelendirdikleri şeylerden yücedir/ uzaktır.
Sebe; 41: Melekler derler ki: “Sen yücesin, bizim velimiz sensin, onlar değil. Hayır, onlar cinnlere tapmaktaydı ve çoğu onlara iman etmişlerdi.
Bu üç ayette “cinler” sözcüğü ile kastedilen “melekler”dir. Çünkü biz, Nahl; 57, Necm; 21, Saffat; 149, 153, Zühruf; 16, Tur; 39 ayetlerinden biliyoruz ki müşrikler, Allah ile melekler arasında soy bağı kurmuşlar, Allah’ın kızları olarak melekleri görmüşler ve Allah yerine meleklere tapmışlardır. Yani Kur’an, Allah’a ortak koşulan melekleri, Saffat; 158, En’âm; 100 ve Sebe; 41’de “cinn” olarak ifade etmiştir.
2 – Cinn sözcüğünün Kur’an’da İblis için kullanılışı:
Kehf; 50: Hani biz meleklere, “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinnlerdendi. Kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, benim astımdan onu ve onun soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!
“İblis” konusunda ayrı bir çalışmamız olduğu için burada detaya girilmemiştir.
3 – Cinn sözcüğünün Kur’an’da kendileri görülse de kimlikleri açıkça belli olmayan kişiler için kullanılışı:
Bu başlık altında topladığımız cinnler ya da kişiler için Kur’an’da üç örnek mevcuttur:
a) Süleyman peygamberin cinleri:
Sebe; 12–14: Süleyman için de sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı boyun eğdirdik; erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cinnler de vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırırdık
Ona dilediği şekilde kaleler/ mihraplar, heykeller/ manzara resimleri/ güzel motifler, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın.” Kullarımdan şükretmekte olanlar azdır.
Böylece onun ölümünü gerçekleştirdiğimiz zaman, ölümünü, onlara asasını yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber vermedi. Artık o, yere yıkılıp düşünce, açıkça ortaya çıktı ki, şayet cinnler gaybi (Süleyman’ın öldüğünü) bilmiş olsalardı böylesine aşağılayıcı bir azap içinde kalıp yaşamazlardı
Neml; 39: Cinnlerden İfrit: “Sen makamından kalkmadan önce, ben onu sana getiririm, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim.” dedi.
Görüldüğü gibi bu ayetlerde Süleyman peygamberin emrinde çalışan, ona zoraki hizmet eden “cinn”lerden bahsedilmektedir. Ve bunların hünerli zanaatkâr kimseler olduğu açıklanmaktadır
Süleyman peygamberin emrine verilen bu “cinn”lerin kim olduklarını anlamak için, eldeki tarihî bilgilerin değerlendirilmesi gerekir. Süleyman peygamber, Yakup peygamberin soyundan gelen bir Beniisrail peygamberi olup, Davut peygamberin oğlu ve ülkesi İsrail’in hükümdarı idi (M.Ö. 10. yy ortaları). Süleyman peygamber hakkındaki bilgilerin hemen hemen tamamı, Ana Britannica ansiklopedisinin de belirttiği gibi (Cilt: 28, s: 434), Eski Ahit’ten kaynaklandığı için, bu bilgileri Tevrat’ın 1. Krallar ve 11. Tarihler bölümlerinden almayı daha uygun buluyor ve 11. Tarihler, bölümünün 11. Bab’ını aynen
aktarıyoruz:
1- Ve Süleyman RABBİN ismine bir ev ve kendi krallığı için bir ev yapmaya niyet etti. 2- Ve Süleyman yük taşıyan yetmiş bin adam ve dağlarda taş kesen seksen bin adam ve onların üzerinde iş başı olan üç bin altı yüz adam saydı. 3- Ve Süleyman Sur kralı Huram’a gönderip dedi: “Babam Davud’a yaptığın gibi ve içinde oturmak için kendisine ev yapsın diye ona erz ağaç1arı gönderdiğin gibi, bana da öyle yap. 4- İste, ben Allah’a tahsis edeyim ve onun önünde hoş kokulu buhur yakayım diye, Allah’ım RABBİN ismine bir ev yapacağım ve o daimi huzur ekmeği için ve sabah akşam, Sebtlerde ve ay başlarında ve Allah’ımız RABBİN belli bayramlarında yakılan takdimeler için olacaktır. Bunlar İsrail üzerine ebedi kanundur. 5- Ve yapmak üzere olduğum ev büyüktür, çünkü Allah’ımız bütün ilahlardan büyüktür. 6- Ve kimin kudreti var ki, ona bir ev yapsın? Çünkü gök ve göklerin göğü onu alamaz. Ve ben kimim ki, ona bir ev yapayım? Ancak onun önünde buhur yakmak için yapıyorum. 7- Ve şimdi, babam Davud’un hazırlamış olduğu Yahuda’da ve Yeruşalim’de yanımda bulunan hünerli adamlarla beraber olmak üzere bana bir adam gönder, altın ve gümüş ve tunç ve demir ve erguvani ve kırmızı ve lacivert işlerinde hünerli olsun ve her türlü oyma işlerini oyabilsin. 8- Ve bana Libnan’dan erz ağacı ve servi ve sandal ağacı gönder: Çünkü bilirim ki, senin kulların Libnan’dan kereste kesmeği bilirler. 9- Ve iste. Bana bol kereste hazırlasınlar diye kullarım senin kullarınla beraber olacaklar: Çünkü yapacağım ev büyük ve şaşılacak bir şey olacaktır. 10- Ve iste, senin kullarına, kereste kesenlere, yirmi bin ölçek dövülmüş buğday ve yirmi bin ölçek arpa, ve yirmi bin bata şarap, ve yirmi bin bat zeytin yağı veririm. 11- Ve Sur kralı Huram, Süleyman’a gönderdiği yazı ile cevap verdi: RAB kavmini sevdiği için seni onların üzerine kral etti. 12- Ve Huram dedi: RAB için bir ev ve kendi kra1lığı için bir ev yapacak olan basiret ve anlayış sahibi akıllı bir oğlu kral Davud’a veren, Göğü ve yeri yaratan RAB, İsrail’in Allah’ı mübarek olsun. 13- Ve iste, senin hünerli adamlarınla ve baban efendim Davud’un hünerli adamları ile beraber kendisine bir yer verilsin diye, hüner ve an1ayış sahibi bir adamı, benim Huram Babayı gönderdim. 14- Dan kızlarından bir kadının oğludur, ve babası Surlu bir adamdı; altın ve gümüş, tunç, demir, taç ve kereste, erguvani, lacivert ve ince keten ve kırmızı işlemede ve her çeşit oyma işinde ve her çeşit icatta hünerlidir. 15- Ve efendimin söy1emiş olduğu buğdayı ve arpayı, zeytinyağını ve şarabı kullarına göndersin; 16- ve sana lazım olduğu kadar Libnan’dan kereste keseriz ve onu sallarla denizden Yafa’ya kadar sana getiririz ve sen onu Yerüşa1ime çıkarırsın. 17- Ve Süleyman, babası Davud’un İsrail diyarında olan bütün garipleri saydığı sayıdan sonra onları saydı ve yüz elli üç bin altı yüz kişi bulundular. 18- Ve onlardan yük taşıyan yetmiş bin ve dağlarda taş kesen seksen bin ve kavmi işletmek için iş başı olarak üç bin altı yüz kişi koydu.
Yukarıdaki bilgilere göre, Süleyman peygamberin hizmetinde bulunanlar, halk kültüründeki cinler değil, Süleyman peygamberin babası Davut peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşılık yapan Sur kralının gönderdiği Hurram Baba ile emrindeki hünerli kişilerdir.
Yani, burada da görmekteyiz ki “cinn” sözcüğü, başka ülkelerden getirilmiş hünerli zanaatkâr yabancı işçiler için kullanılmıştır
b) Peygamberimizi dinleyen “cinn”ler:
Ahkâf; 29–32: Hani cinnlerden birkaçını, Kur’an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: “Kulak verin”, sonra bitirilince de kendi kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler.
Dediler ki: “Ey kavmimiz, gerçekten biz, Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve dosdoğru olan yola yöneltip iletmektedir.Ey kavmimiz, Allah’a davet edene icabet edin ve ona iman edin; günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.”Kim Allah’a davet edene icabet etmezse, artık o, yeryüzünde Allah’ı âciz bırakacak değildir ve onun O’ndan başka velileri de yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.
Buradaki anlatım aşağıda göreceğiniz gibi Cinn suresinde de yer almıştır
Cinn; 1–14:De ki, “Bana gerçekten şu vahyolundu: Cinnlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler: “Doğrusu biz hayranlık veren bir Kur’an dinledik.O, gerçeğe ve doğruya yöneltip iletiyor. Bu yüzden biz ona iman ettik. Bundan böyle Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız.
Elbette bizim Rabbimizin şanı yücedir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk.
Doğrusu şu: Bizim beyinsizlerimiz, Allah’a karşı bir sürü saçma şeyler söylemişler
Hâlbuki biz, ins ve cinnin (hiçbir kimsenin) Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceklerini zannediyorduk.
Bir de şu gerçek var: İnsten bazı kimseler cinnden bazı kimselere sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını artırırlardı.
Ve onlar, sizin de sandığınız gibi Allah’ın hiç kimseyi kesin olarak diriltmeyeceğini sanmışlardı.
Doğrusu biz göğü yokladık (falcılığı denedik); fakat onu güçlü koruyucular ve şihap / ateş alevleri, göz kamaştıran parıltılar, yakıcı ışınlarla kaplı bulduk
Oysa gerçekte biz, dinlemek için onun oturma yerlerinde otururduk. Ama şimdi kim dinleyecek olsa hemen kendisini izleyen bir şihap bulur
Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzünde olanlara bir kötülük mü istendi, yoksa Rabbleri kendileri için bir hayır mı diledi.
Gerçek şu ki, bizden salih olanlar da vardır ve bunun dışında olanlar da. Biz türlü türlü yolların fırkaları olmuşuz.
Biz şüphesiz, Allah’ı yeryüzünde asla âciz bırakamayacağımızı, kaçmak suretiyle de onu hiçbir şekilde âciz bırakamayacağımızı anladık
Elbette biz, o yol gösterici Kur’an’ı işitince, ona iman ettik. Artık kim Rabbine iman ederse, o ne eksileceğinden korkar ve ne de haksızlığa uğrayacağından
Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte Allah’a teslim olanlar, artık onlar gerçeği ve doğruyu bulmuş olanlardır.”
Bu iki ayet grubunda nefer bir sayıda (üç ile on arası) oldukları bildirilen cinnler, tüm tefsirlerde ve tarih kitaplarında ittifakla belirtildiği gibi, Nusaybin’den veya Yesrib’ten (Medine’den), kimliklerini açığa vurmadan peygamberimizin yanına gizlice gelip Kur’an dinleyen ve imana gelen, sonra da kavimlerini uyarmak için geri dönen Nusaybin’li veya Yesrib’li (Medine’li) Yahudilerdir. Hatta “Cinn Gecesi Hadisi” olarak şöhret bulmuş olan bir rivayete göre bu “cinn”ler, peygamberimizle birlikte ateş yakmışlar, yemek yemişlerdir ve peygamberimiz de “cinn”lerin izlerini başkalarına göstermiştir
c) “Cinn”lerin bahsettiği “cinn”ler:
Yukarıda mealini verdiğimiz Cinn suresine ait ayetler, peygamberimizi dinleyen “cinn”lerin memleketlerine dönüp kavimlerine anlattıklarının, Rabbimiz tarafından peygamberimize gayb haberi olarak bildirilmesidir. Dolayısıyla ayetlerdeki konuşmalar, “cinn”lerin konuşmalarıdır. Dikkat edilirse bu konuşmalar esnasında 6. ayette, konuşan “cinn”, kendilerini “ins” olarak niteleyip başkalarına “cinn” demektedir
“İns” sözcüğünün; “tanınıp, bilinen”, “cinn” sözcüğünün de; “tanınmayan, yabancı” olan anlamlarını yerine koyduğumuzda, ayet, gayet mantıklı, anlaşılır şekilde şöyle çevrilebilir:
Cinn; 6: … İnsten (bizim tanıyıp bildiklerimizden) bazı kimseler, cinnden (tanımadığımız yabancılardan) bazı kimselere sığınırlardı. …
Bu ayette Nusaybin’li veya Yesrib’li (Medine’li) Yahudilerin sözünü ettiği “cinn”ler, bize göre, peygamberimiz aleyhinde propaganda yapmak için Nusaybin’e veya Yesrib’e (Medine’ye) gelmiş Mekke’li ajanlardır.
İns ve cinn” kalıbı:
“Cinn” konusu kapsamı içerisinde, hassas ve Kur’an’ı doğru anlamak için çok önemli bulduğumuz bir nokta da; “ins” ve “cinn” sözcüklerinin bir arada “ins ve cinn (ins-cinn)” şeklinde takım (kalıp) hâlinde kullanılışıdır. Bu kullanılış genellikle “İnsanlar ve Cinler” olarak çevrilmektedir. Hâlbuki bu tarz kalıp ifadelerde, sözcüklerin anlamı farklılaşmakta, başkalaşmakta ve zenginleşmektedir
Bu durumu Kur’an’dan örnek vererek açıklamakta yarar vardır:
- Mağrib (batı) ve meşrik (doğu) sözcükleri, “batı-doğu” şeklinde söylendiklerinde anlam sadece iki yönü ifade etmeyip tüm yönleri içine alır. Örnek olarak Müzzemmil suresinin 9. ayetindeki “Rabbulmeşrigı velmağribi (doğunun, batının Rabbi)” ifadesi sadece doğu ile batıyı anlatmayıp tüm yönleri ve mekânları ifade etmektedir. Yani “Allah her yerin Rabbidir” demektir. Bu sözcükler ile ilgili diğer örnekler şu ayetlerde görülebilir: Nur; 35, Bakara; 115, 142, 177, Şuara; 28, Rahman; 17.
- Dünya ve ahiret sözcükleri beraber söylendikleri zaman “her yerde ve her zaman” anlamını ifade eder. Bu sözcükler ile ilgili Kur’an ayetleri şunlardır: Bakara; 217, 220, Âl-i Imran; 22, 45, 56, Nisa; 134, Tövbe; 69, 74, Yunus; 64, Yusuf; 101, Hacc; 15, Nur; 14, 19, 23 ve Ahzab; 57.
- Yaş ve kuru sözcükleri beraberce kullanıldıkları zaman “ her ne varsa, her şey” anlamını içerir. Örneğin En’âm suresinin 59. ayetindeki “… Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki, apaçık bir kitapta bulunmasın.” ifadesi sadece yaşı ve kuruyu ifade etmeyip “her ne varsa canlı-cansız hepsini” ifade etmektedir.
- Sabah ve akşam sözcüklerinden oluşan “sabah akşam” kalıbı da Kur’an’da sıkça yer almakta ve “daima, her zaman” anlamına gelmektedir. Bu sözcükler ile ilgili Kur’an ayetleri de şunlardır: A’râf; 205, Ra’d; 15, Nur; 36, Mümin; 46, 55, En’âm; 52, Kehf; 28, Meryem; 11, 62, Fetih; 9, Furkan; 5, Ahzab; 42, İnsan; 25, Âl-i Imran; 41.
İki zıt anlamlı sözcüğün bir arada takım halinde söylenişi ile takımın yeni bir anlam kazanması sadece Arapça için söz konusu olmayıp, dünyanın tüm dillerinde mevcuttur.
Meselâ Türkçe’de:
- Sağ ve sol sözcükleriyle oluşturulan “sağda-solda” kalıbı; “her yerde” anlamına gelir.
- İleri ve geri sözcükleriyle oluşturulan “ileri-geri konuşma, söz söyleme” kalıbı; “yersiz, yakışıksız konuşma, söz söyleme” anlamına gelir.
- Sabah ve akşam sözcükleriyle “sabah-akşam” kalıbı aynı Arapça’daki gibi; “daima, her zaman” anlamına gelir.
Veya Japonca’da
- İyi, kötü sözcüklerinden oluşturulan “iyi-kötü” kalıbı; “doğadaki denge” anlamına gelir.
- Gelmek, gitmek sözcüklerinden oluşturulan “geliş-gidiş” kalıbı; “dolaşmak” anlamına gelir.
Konumuz olan “ins ve cinn” kalıbında da durum aynıdır. “Cinn” ve “ins” sözcüklerinin her birinin anlamını yukarıda açıklamıştık. Bu sözcüklerin birlikte oluşturdukları kalıp ise; “gördüğünüz, görmediğiniz; bildiğiniz, bilmediğiniz; tanıdığınız, tanımadığınız: herkes” anlamına gelir. Nitekim bu kalıp Kur’an’da da aynı anlama gelmektedir:
Zariyat; 56: Ben, cinn ve insi (herkesi) yalnızca, bana ibadet/ kulluk etsinler diye yarattım.
İsra; 88: De ki: “İns ve cinn (herkes) bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler ve birbirlerine yardımcı olsalar, yine de, onun benzerini, ortaya koyamazlar.”
- Doğu ve batı sözcüklerinden oluşturulan “doğu-batı” kalıbı ile kuzey ve güney sözcüklerinden oluşan “kuzey-güney” kalıbı; “bütün ülke, Japonya” anlamına gelir
Cinn; 5: “Oysa biz, insanların ve cinnlerin (herkesin) Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık.”
Rahman; 33: Ey cinn ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak sultan/ üstün bir güç olmadan aşamazsınız.
Rahman; 56: Orada daha önce ins ve cinn (hiç kimse) dokunmamış (elle ve gözle değinilmemiş), bakışlarını eşine dikmiş eşler vardır.
Bu konuyla ilgili Kur’an’daki diğer örnekler şunlardır: En’âm; 112, 130, A’râf; 38, 179, Fussilet; 25, 29, Ahkâf; 18, Neml; 17, Rahman; 39, 74, Nas; 6, Hud; 119 ve Secde; 13. H.Yılmaz
Bundan birçok şey anlaşılır. Evvelâ, cin Allah'ın varlığını ve Rab oluşunu inkar ediyor değildir. İkinci olarak, onlarda da insanlar gibi Allah'a ortak koşan müşrikler vardır. İşte Kur'an'ı dinleyip de kendilerine döndükleri kavimleri müşriktiler. Üçüncü olarak şu anlaşılır: Cinler için semavi kitapların nüzulü sözkonusu değildir. Dolayısıyla içlerinden iman edenler ancak insanlara kitap getiren peygamberlere iman ederler. Aynı husus Ahkaf Suresi 29-31. ayetlerden de anlaşılmaktadır ki, bu Kur'an'ı dinleyen cinler Musa (a.s)'nın takipçileriydiler. Ve Kur'an'ı dinledikten sonra kendi kavimlerine "Bu kelâm önceki semavî kitapları teyid etmektedir, buna iman edin" diye davette bulunmuşlardı. Rahman Suresi de aynı görüşü kuvvetlendirmektedir. Genel olarak muhtevadan Allah Rasulü'nün davetinin muhatabının hem insanlar ve hem de cinler olduğu anlaşılmaktadır. Mevdudi
H.Yılmaz
Bundan iki şey anlaşılmaktadır: Birincisi, bu cinler de Hristiyan idiler veya Allah'a çocuk ve eş isnad eden başka bir dine inanıyorlardı. Allah Rasulü'nün namaz kıldırırken Kur'an'dan tilavet etmekte olduğu kısımlar, cinlerin akidelerinin yanlış olduğunu ve Allah'a eş ve çocuk isnad etmenin çok büyük bir cehalet ve küstahlık olduğunu bildiriyordu. Mevdudi
Kur'an ne büyük bir uyarıcıdır. Demek ki cinler, Kur'anı duyuncaya kadar, içlerinde lider geçinen azgın cinler, Allah hakkında saptırıcı bilgiler veriyormuş. Cin kavramı ile ilgili daha geniş bilgi edinmek isteyenler için: "İşte Kur'an Nüzul sırasına göre cilt 3 s.187 H.Yılmaz a baksın M.Sağ
Eğer burada sözü edilen varlıkların Yahudi kökenli yabancılar oldukları varsayımını kabul edersek, onların söyledikleri “asılsız şeyler”in (şetat) Yahudilerin kendilerini “Allah'ın seçilmiş toplumu” olarak görmeleri saplantısına bir işaret olduğu sonucu çıkar -Kur’an'ın ısrarla reddettiği ve İslam'a girenlerin/bağlananların uzak durdukları bir inanç. M.Esed
Bu ayette ve sonrakinde cinn terimi (burada “görünmez güçler” olarak çevrilmiştir), açıkça “tabiatüstü güçler” olarak tanımlanan varlıklara veya daha doğrusu kişinin onların egemenliğine girmesine işaret etmektedir (bkz. Ek III). Bu “güçler”, ister gerçek, isterse insan tahayyülünün ürünleri olsunlar, “Allah hakkında yalan uydururlar”; çünkü kendi hakimiyetleri altında bulunanları, Allah'ın varlığının ve yaratılmış evren ile ilişkisinin “mahiyeti” hakkında hayalî, keyfî anlayışlar benimsemeye iterler: bütün batınî dinlerde, (ruhanî sırlara nüfûz ve üstün güçlere yakınlık iddiasındaki -T.ç.n.) gnostik ve teosofik sistemlerde, kabalistik Musevîlikte ve hepsinin birçok ortaçağ versiyonunda ortaya çıkan anlayışlardır bunlar. M.Esed
İbn Abbas'ın beyanına göre, cahiliyye döneminde Araplar, harap bir yerde geceleyin konaklamak istediklerinde "Biz bu vadinin sahibi olan cine sığınırız" diye nida etmekteydiler. Cehalet döneminden buna benzer pekçok rivayet vardır. Örneğin, eğer bedevilerin konaklamakta olduğu yerde su ve bitki biterse o zaman suyun ve yeşilliğin bulunduğu başka bir yer aramaya başlarlar ve bulduklarında hemen topluluğa haber verirlerdi.Ve topluluk yeni yere daha yerleşmeden önce şöyle söylerdi: "Bu vadinin rabbine sığınırız ki o bizi her türlü afetten korusun." Bunların inancına göre, her harabe yer cinlerin tasarrufu altındadır. O cinlere sığınmazlarsa o cin veya cinler onlara eziyet verecektir. Burada iman eden cinlere şu husus işaret edilmektedir: "Yer yüzünün halifesi insanoğlu Allah'ı bırakarak onlara sığınmaya başladığında onların kibirleri, gururları azmış ve küfre düşmüşler ve onlara daha fazla eziyet etmeye başlayarak sapıklıkta daha cüretkâr olmaya başlamışlardır. Mevdudi
Lafzen, “insanlar arasındaki (bazı) kişilerin (ricâl) cinler arasındaki kişilere sığındığı olurdu (kâne)”. “İnsanlar”a (el-ins) işaretin hem erkek hem de kadınları kapsamasından dolayı, ricâl ifadesi, burada, -Kur’an'da sıkça rastlandığı gibi- “bazı kişiler” yahut “belli tip” insanlar anlamında kullanılmıştır. “Sığınmak”, yardım/himaye talebi yahut fiziksel ve ruhsal ihtiyaçları tatmin isteği ile eş anlamlıdır; yukarıdaki pasaj bağlamında bu ifade, “belli tip insanlar”ın, yöneldikleri tabiatüstü güçlerin kendilerine hayatları boyunca başarılı bir şekilde rehberlik yapacakları ve böylece kendileri için yeni bir peygamber beklemeyi gereksiz kılacakları ümidine bir işarettir. M.Esed
Bu ayetten anlıyoruz ki, cinlerle ilişki kuranlar, ahiret sorumluluğu taşımayan kimselerdir. M.Sağ
Burada "... Allah'ın hiç kimseyi diriltmeyeceğini..." cümlesi kullanılmaktadır. Bunun iki anlamı olabilir. İlki, yukarıda mealde verdiğimiz gibidir. İkincisi, yani Allah, ölümden sonra hiç kimseyi tekrar diriltmeyecektir. Çünkü kelimeler şumüllü olarak kullanılmaktadır. Şu anlama gelebilir; insanlar gibi cinlerde de hem risaleti ve hem de ahireti inkar edenler bulunmaktaydı. Fakat bir ileriki ibareye bakıldığında birinci anlam daha tercihe şayandır. Çünkü bu iman eden cinler kendi kavimlerine "Allah'ın başka bir Rasul göndermeyeceği düşünceniz yanlış çıktı. Gökyüzünün kapılarının üzerimize kapanması gösteriyor ki Allah bir Rasul daha göndermiştir" diyorlardı. Mevdudi
Taberî'nin (Kelbî'nin rivayetine dayanarak) ve İbni Kesîr'in yorumları. Yahudilerin hakim çoğunluğu, Eski Ahid'de açıkça zikredilmiş olanların dışında hiçbir peygamberin gelmeyeceğine inanıyordu; onların Hz. İsa'yı ve Muhammed (s)'i reddetmelerinin ve Allah'ın yaratılış planına doğrudan nüfûz sağlayabilmek amacıyla “göğe uzanmaları”nın (bkz. sonraki ayet) sebebi budur. M.Esed
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, Kur'anı dinledikten sonra gerçekleri görmüş ve iman etmiş olan cinler (görünmeyen), Kur'an ile tanışmadan önceki durumlarını öz eleştiri olarak dile getirmekteler. İçlerinde önder geçinenlerin telkininde bulunduklarını, Rabbin göklerde olduğunu, orada meleklerle sohbet ettiğini, yeryüzündekilerden kimin iyi, kimin kötü olacağı ile ilgili kararlar aldığını, bütün bu olanları kulak hırsızlığı ile, yani gizlice dinlediklerini ve diğer cinlere müneccimlik yaptıkları telkininde bulundıklarını öğreniyoruz. (Bak.Kulak hırsızlığı ile ilgili, hicr suresi 17,18 Müslüman cinlerle ilgili Ahkaf suresi 29-31 ayetler) M.sağ
Bu, yalnızca, küstah ve kibirli Yahudilerin kendilerini “Allah'ın seçilmiş toplumu” olarak görmelerine mecazî bir atıf değil, aynı zamanda, pratik hayatta onların öteden beri astrolojiyi geleceği okumanın bir aracı olarak görme eğilimlerine ve uygulamalarına bir atıftır. Bunun dışında, onların “göğe uzanmaları” daha genel anlamda, insanın kendisini “kendi kendine yeterli” görmesine ve kendi kaderine hakim olduğu saplantısına yol açan bir zihinsel durumun mecazî tanımı olarak görülebilir.
Bkz. 15:17-18, not 16 ve 17. M.Esed
Yani, “İbrahim'in soyundan olduğumuz halde ve bütün kabiliyetimize ve bilgimize rağmen başarısız kaldık”.
Ayetin devamının gösterdiği gibi (ve 15:18 ile ilgili not 17'de işaret edildiği gibi) bu ifade, astroloji veya gizemli (esoteric) hesaplamalar yoluyla geleceği tahmin etme yahut “esrarlı bilimler” aracılığıyla gelecekteki olayların yönünü etkileme teşebbüslerinin tümü ile ilgilidir. M.Esed
Bundan anlaşılıyor ki, semada bu gibi olağanüstü denetimler iki sebepten dolayı alınıyordu. Birisi, Allah'ın (c.c) yeryüzüne insanlara göndermeyi kararlaştırdığı azabın gelmekte olduğunu insanlardan dost olduklarına haber vermesinler diyedir. İkincisi, Allah (c.c) yeryüzüne bir Rasul göndermiştir. İşte hem O'nu korumak ve hem de O'na göndermekte olduğu mesajlara şeytanların müdahale etmemesi ve daha Peygamber'e ulaşmadan evvel haberlerinin olmaması için böyle sıkı tedbirler alınmıştı. Bu yüzden cinler semada böyle sıkı tedbirler ve her yönden atılan yıldızlar görmelerinden sonra bu iki hadiseden hangisinin vuku bulduğu konusunda düşünmeye başladılar. Ya Allah aniden bir topluluk üzerine azab indirmiştir veya dünyaya yeni bir Rasul göndermiştir." İşte bunun arayışı içerisindeydik ki bu doğru yolu gösteren hayretengiz kelâmı işittik. O zaman Allah'ın azabı yerine, mahlukata doğru yolu göstermek için bir elçi gönderildiğini anladık." İzah için bkz. el-Hicr dipnot: 9-12; es-Saffat dipnot: 7; el-Mülk dipnot: 11. Mevdudi
Böylece, bu surenin 2 ve 21. ayetlerinde olduğu gibi, “doğru ile eğriyi ayırd etme bilinci” (raşed veya rüşd), kötü akibetin tersi ile, yani mutlu bir son ile eş tutulmuştur. M.Esed
Yani, "Ahlaki bakımdan bizde de iyi ve kötü iki tip cin vardır. İtikat bakımından da tek bir dinimiz yoktur. Muhtelif guruplara bölünmüş vaziyettiyiz." İman eden cinler bu sözleri söyleyerek kendi kavimlerine "doğru yolu bulmaya muhakkak ihtiyaçları olduğunu" anlatmaya çalışıyorlardı. Mevdudi
Bu ayetten anlıyoruz ki, cinler de, insanlar gibi değişik inanç öbeklerine ayrılmaışlardır. M.sağ
Yani bizim bu düşüncemiz bize kurtuluş yolunu gösterdi. Çünkü biz Allah'tan korkmuyor değildik zaten. İnanıyorduk ki eğer biz Allah'a itaatsizlikte bulunsak O'ndan kurtulamayacağız. Onun için Allah tarafından doğru yolu gösteren bu kelâmı işittik. Ve doğru yolu öğrendikten sonra da önceki yanlış inançlarımız üzerinde -ki bu inançları aramızdaki bazı beyinsizler yaymaktaydı- hala ısrar etmeye cesaret edemeyiz. Mevdudi
Şimdi, eğer cin ateşten yaratılmış ise bunlar cehennem ateşine atıldıklarında, ateşten oldukları için bir şey olmayacaktır şeklinde bazen bir soru sorulabilir. Cevaben deriz ki, Kur'an'a göre insan da topraktan yaratılmış değil midir? Meselâ, insana taş gibi olmuş bir kuru toprak parçası atılsa o kişinin canı yanacaktır. Aslında insanın cismi yeryüzü maddelerinden yaratılmışsa da bu madde et, deri, kemik vs. gibi değişik bir hal almıştır. Ama o maddelerden insan bir acı çekebilir. Aynı yaklaşımla cin de yapı itirabiyle ateşten yaratılmış bir mahluktur, ama daha sonra can ve his taşıyan bir mahluk haline gelmiştir. Ve dolayısıyla ateş ona ceza verebilir. Mevdudi
Bütün klasik müfessirlere göre, bu pasajın başında cinn olarak tanımlanan varlıkların “imanlarını kabul ve ikrar etmeleri” bu yargı ile sona erer. Cinn teriminin bu örnekteki gerçek anlamı ne olursa olsun -ister insanın bilemediği bir niteliğe sahip olan “tanınmayan/bilinmeyen varlıklar”ı, isterse uzak topraklardan gelen bir grup yabancı insanı göstersin- fazla önem taşımaz, çünkü kullanıldığı bağlam açıkça göstermektedir ki bu varlıkların “konuşması”, “doğru ile eğriyi ayırd etme bilinci”ne ulaşmaya kararlı bir akla Kur’an'ın sunduğu rehberliğin bir temsîlinden başka bir şey değildir. M.Esed
Yukarıda, cinlerin sözleri bitmektedir. Buradan itibaren Allah'ın (c.c) buyruğu başlamaktadır. Aynı husus Nuh Suresi'nde de ifade edilmektedir. "Allah'tan mağfiret dileyin... üzerinize gökten sağanak yağdırsın." (Bkz. Nuh, an: 12) Burada suyun sağanak halde olması, nimetlerin bolluğuna kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü belirli bir yere yerleşmek orada su varsa olur. Eğer su olmazsa zaten hayat devam edemez, hiçbir temel ihtiyaç kolayca elde edilemez ve herhangi bir işlem gerçekleşemez. Mevdudi
Lafzen, “bol yağmur”: Kur’an'da çok sık tekrarlanan cennetin “ırmakları”na temsîlî atıfları yansıtan bir mutluluk mecazı (Ebû Müslim, Râzî'nin nakli). M.Esed
Yani, bakalım bu nimet hasıl olduktan sonra teşekkür mü edecekler yoksa nankörlük mü edecekler? Verilen nimetleri doğru yerde mi kullanacaklar yoksa yanlış yerde mi harcayacaklar? Zikirden yüz çevirmek;insanın Allah'ın gönderdiği nasihatleri kabul etmemesi; aynı zamanda Allah'ın zikrini duymak bile istememesi ve Allah'a ibadet etmekten yüz çevirmesidir. Mevdudi
Yani, Allah'ın nimetlerini ihsan etmesi, yalnızca iyiliğin bir “ödülü” değil, ama daha çok insanın O'na karşı sorumluluk bilincinin ve bu nedenle O'na şükrünün sınanmasıdır. M.Esed
Bütün müfessirler, ibadetgâhtan mescidler manasını anlamışlardır. Eğer biz de bu manayı alırsak bunun anlamı "Mescidlerde Allah'a ibadet ederken Allah'tan başkasını şerik koşmayın" olur. Hasan Basri'ye göre, bütün yeryüzü ibadetgâhtır. O zaman bu ayetin manası "Yeryüzünde Allah'a hiçbir kimseyi şerik koşmayın." şeklinde olur. O bu anlamı şu hadisten istidlal etmektedir. Peygamber (s.a) "Benim için bütün yeryüzü ibadetgâh ve temizlenme yeri kılındı" buyurdu. Said bin Cubeyr ise mescidden insanın üzerine secde ettiği, el, ayak, yüz, diz vs. gibi uzuvları anlamıştır. Bu yoruma göre ayetin manası şöyle olur: "İnsanın bütün azalarını Allah yarattı. O halde onların üzerinde Allah'tan başkasına secde edilmemelidir." Mevdudi
Lafzen, “kalabalıklar halinde (libed, tekili libdeh) onun üstüne üşüşürlerdi” -yani “Allah'ın [hidayet] ışığını söndürmek” niyetiyle (Taberî, 9:32'ye atıfta bulunarak). Müfessirlerin büyük kısmı, yukarıdaki ayetin Peygamber Muhammed (s)'e ve müşrik çağdaşlarının o'na gösterdikleri düşmanlığa işaret ettiği görüşündedirler. Bu yorum ilk bakışta doğru olsa bile, pasajın genel bir anlam taşıdığı ve toplumun çoğunluğunun, bütün dönemlerde ve bütün toplumlarda, aşikar olan -ama popüler olmayan- bir manevî/ahlakî hakikati savunan bir azınlığa veya kişiye gösterdikleri düşmanlığa işaret ettiği açıktır. (Daha iyi anlaşılması için yukarıdaki ayet 19:73-74 ve ilgili notlarla bağlantılı olarak okunmalıdır.) M.Esed
Bu kur’an ayetlerinden, ikiyüzlülerin mescitleri /toplantıları nasıl istismar ettiklerini, toplantılarda Hz. Peygamberimizi sürekli övdüklerini, peygamberin bundan rahatsız olduğunu, camilerde toplantılarda Peygamberi övme yerine, sadece Allah’ın övülmesi gerektiğini, Peygamberin de Allah’ı övdüğünü, O2nun adının yanında başka bir ismi anmadığını, Peygamberin sadece Allah’tan aldığı vahyi iletmekle görevli bir elçi olduğunu, kimseye ne bir yarar, ne bir zarar veremeyeceğini, hiç kimsenin Peygamberi Allah’a karşı savunamayacağı şeklindeki ikazını ve şikayetini söylediği zaman, iki yüzlülerin, hep birlikte Peygamberin üzerine vararak, nasıl kraldan fazla kralcı geçindiklerini, camilerde Allah’ın adıyla birlikte, peygamberin ya da başkalarının adını ananların sürekli cehennem ateşi içinde kalacaklarını öğreniyoruz. Bu kuran ayetlerinden, Müslümanların yüzyıllarca çok büyük bir saptırma ile karşı karşıya olduğu anlaşılır. Bu kadar açık Kur’an ayetleri, camilerde/ toplantılarda Allah’tan çok Peygamberin ismini ananlar için bir uyarı olmaz mı? Zira cinler bile Kur’anı dinledikten sonra “Allah’a ortak koşmaktan vazgeçiyor.” Bu ayetleri münafıkın suresi ile birlikte inceleyip değerlendirebilirsiniz.Peygamber’e inanmak, onu sevmek, onun tebliğ ettiği ettiği Allah’ın buyruklarını uygulamakla olur. Camilerde Allah ile birlikte başka isimleri de ananlar… içinde sonsuza dek kalacakları cehennem ateşini hak eder şeklindeki Kur’an ayetine rağmen geleneği devam ettirenlerin vay haline! Bakara suresi 114; Tevbe 107-108; Hac suresi 40. Ayetleri inceleyin (M.Sağ)
Bu Kur’an ayetlerinden, iki yüzlülerin mescitlerin nasıl istismar ettiklerini, mescitlerde Hz. Peygamberimizi sürekli övmelerini, peygamberin bundan rahatsız olduğunu, camilerde peygamberi övme yerine, sadece Allah’ın övülmesini, peygamber de Allah’ı övdüğünü, O’na ortak koşmadan ibadet ettiğini, peygamber sadece Allah’tan aldığı mesajı iletmekle görevli bir elçi olduğunu, kimseye ne bir yarar ne bir zarar veremeyeceğini. Hiç kimsenin peygamberi Allah’a karşı savunamayacağı şeklindeki ikazını ve şikayetini söylediği zaman, iki yüzlüler, hep birlikte peygamberin üzerine vararak, nasıl kıraldan fazla kıralcı olduklarını, camilerde Allah’ın adıyla birlikte, peygamberin ya da başkalarının adını ananların.”…sürekli cehennem ateşi içinde kalacaklarını…” öğreniyoruz. Bu Kur’an ayetlerine göre, Müslümanlar, yüz yıllarca çok büyük bir saptırma ile karşı karşıya olduğu anlaşılıyor. Bu kadar açık Kur’an ayetleri, camilerde Allah’tan çok peygamberin ismini ananlar için uyarı olmaz mı? Peygambere inanmak onu sevmek, Allah’ın buyruklarını uygulamakla olur. Camilerde Allah’la birlikte başka isimleri de ananların…içinde sonsuza dek kalacakları cehennem ateşini hak eder. Şeklindeki Kur’an ayetine rağmen Statükoyu devam ettirenlerin vay haline!
Mustafa SAĞ
Lafzen, “... tebliğ etmem dışında” (illâ belâğan). Ancak bu örnekte, illâ edatı in lâ'nın (“eğer olmazsa/eğer yoksa”) kısaltılmış biçimidir: böylece, yukarıdaki ifade, “eğer tebliğ etmezsem” [yahut “eğer duyurmakta başarısız kalırsam”] anlamındadır (Taberî, Zemahşerî, Râzî).
Bu ifade, açıkçası, “hakikati inkar edenler” -yani, bilinçli olarak- ve böylece kendi ruhsal kimliklerini tahrip edenler ile ilişkilidir. Burada sözü edilen insanlar, “topluca etrafını telaşla kuşatanlar”dır (ayet 19). M.Esed
Bu ayetin arka planı şudur. O dönemde Allah Rasulü'nün Allah'a davetini duyduklarında Kureyşliler onun üzerine hücum ederlerdi. Kendi gruplarının kalabalık ve güçlü olduğunu ve Rasul'ün yanında birkaç kişinin bulunduğunu düşünürler ve dolayısıyla onu kolayca alt edebileceklerini zannederlerdi. Bunun üzerine şöyle buyuruluyor: "Bugün Rasul'ü çaresiz ve kendilerini de sayıca kalabalık görerek Hakkın sesini bastırmak için çok cesaretlenmekteler. Ama onlara, üzerine o ikaz edildikleri kötü vakit gelince gerçek çaresiz kimmiş anlayacaklar." Mevdudi
Yani, Hesap Günü. Karş. benzer bir ifadeye sahip olan 19:75'in ikinci paragrafı.
Lafzen, “yardımcılar açısından zayıf ve sayı bakımından az” -yani, sayıca kalabalık olmalarına rağmen fazla önem taşımayan.
M.Esed
Bundan anlaşılıyor ki, bu bir sorunun cevabıdır; ancak soru nakledilmeden sadece cevabı verilmektedir. Belki yukarıda sözü geçen o kötü vakit hakkında bir şeyler duymuşlar ve alay ederek Rasul'e, hani, senin korkuttuğun vakit niye hâlâ gelmiyor? diye soruyorlardı. Bunun üzerine Rasul'e "Onlara haber ver. O vakit muhakkak gelecektir. Ancak yakın mıdır, uzak mıdır? Onu yalnızca Allah bilir" denilmekted Mevdudi
‘Alâ ğaybihî ifadesindeki “O'nun” mülkiyet zamiri, Allah'ın “yaratılmış varlıkların kavrayış sınırları dışındaki şey” (ğayb) ile ilgili bilgisini gösterir: bu tam olarak çevrilemez ifadenin yukarıdaki biraz da serbest çevirisinin dayanağı budur. M.Esed
Yani, Rasul'ün kendisi bizzat gaybı bilici olamaz. Fakat Allah onları risalet göreviyle seçtiği için gayb ilminin bazı hakikatlerini istediği zaman onlara verebilir. Burada muhafızlardan kasıt meleklerdir. Yani, Allah (c.c) vahiy vasıtasıyla gayb ilmini Rasulullah'a gönderdiği zaman tam olarak Rasul'e ulaşması ve kimsenin ona bir dokunması olmasın diye her taraftan melekler onu muhafaza altına alırlar. Aynı şey yukarıda 8. ve 9. ayetlerde de açıklanmıştı. Şöyle ki, Allah Rasulü'nün bi'setinden sonra cinler için semaya yaklaşacak bütün kapılar kapandığında cinler, melekler tarafından çok sıkı bir kontrol olduğunu ve bir şeyler duyabilmelerinin mümkün olmadığını görmüşlerdir. Mevdudi
Karş. 3:179 -“Ve Allah, insan idrakini aşan şeyleri kavrama gücünü size verecek değildir; [Bunun için] Allah, elçileri arasından dilediğini seçer.”
Min beyni yedeyhi ve min halfihî ifadesinin (lafzen, “elleri arasındakinden ve arkasındakinden”) bu şekildeki çevirisinin bir açıklaması için bkz. 2:255, not 247. Bu bağlamda yukarıdaki ifade, ilahî vahiyle onurlandırılmanın, her peygamberi, hayatındaki bilebildiği yahut bilgisi dışındaki bütün endişelerden ruhsal olarak koruduğu gerçeğine işaret eder. M.Esed
Bunun üç anlamı olabilir. Birincisi, "Rasul, O'na Allah'ın kelâmını meleklerin eksiksiz olarak ulaştırdığını bilsin." İkincisi, "Allah Teâlâ, bilecek ki melekler Rablerinin mesajını doğru ve sağlam olarak yerine ulaştırmaktadır." Üçüncüsü, "Allah'ın mesajını O'nun kullarına Rasuller'in eksiksiz olarak ulaştırdıklarını Allah bilecek." Bu ayet bu üç manaya da gelebilir. Üçünün birden de kast edilmesi mümkündür. Öte yandan bu ayetle iki şeye daha işaret edilmektedir. İlki, risalet görevlerini yerine getirmek için Rasuller'e de gaybın bazı bilgileri verilmiştir. İkincisi, Melekler sadece Allah'ın mesajını peygamberlere ulaştırmakla kalmazlar, aynı zamanda da o mesajı Rasuller'in insanlara eksiksiz olarak ulaştırıp ulaştırmadıklarını da kontrol ederler. Yani, gerek rasuller ve gerekse melekler Allah'ın kudretinin ihatası altındadırlar. Bir kıl payı kadar Allah'ın emrinden dışarı çıksalar hemen yakalanırlar. Allah'ın gönderdiği mesajlar noktası noktasına sayılmıştır. Ne meleklerde ve ne de peygamberlerde onun bir harfini bile çıkartmaya veya ilâve etmeye bir cesaret yoktur. Mevdudi